30 Kasım 2013 Cumartesi

minare gölgesinde hakikat uykusu


“İki ay önce, eve kedi alalım dediğinde annesi anlatmıştı: Aynı pavyonda beraber çalıştıkları yıllarda bir başka arkadaşları, ben de kedilere ölüyorum, bayılıyorum falan, deyince Sultan abla, “sakın eve alma” demiş ona… “Öyle başlıyor, iki tane olsun oynarlar diyorsun… Bizim gibi insanlar için tehlikeli. Alma, sakın alma, sokakta sev” demiş.
“bizim gibi insanlar…”
“Bizim gibi insanlar” sözünü, annesi içine kendilerini de katarak naklettiğinde, o lâf ağzından çıktığı anda, Meryem’in karnında aniden beliren sancı, karnının o mu’tad sancıları. Şu anda da işte, aynı nokta aynı şekilde ağrıyor.
“…bizim gibi insanlar”ın kedilerde ne bulduğunu düşünmemeye çalışsa da olmuyor. O zehirli tohum kendi içinde de var. Anladığı kadarı nefesini daraltıyor.
Kedilerin bakışlarında, sadece “bizim gibi insanlar”ın görebildiği o girdap, onu da içine çekiyor. İçi gıcıklanıyor, aklı uyuşuyor. Daha fazlasını anlamak istemiyor Meryem, istemesi mümkün de değil zaten, anlamaya çalışırsa, düşüp bayılacak sanki.
Ancak, bir kedinin gözlerinden içeriye geçip giderse, kurtulabilecek.
O sırrın, anlaşılamazlığın koynunda uyuyup kaldığında, eriyip kaybolduğunda. Kedi gözünü yumduğunda…

Yanık yanık okunan selâ, damlara sürtünüyor, selvilere… Yokuşlardan Haliç’e doğru akıyor. Kurban kanı gibi. Ilık ılık. Her şeyin, taşların bile ölümlü olduğunu, “aman irkilmesinler” demeden, hiçbir şeyi saklamadan, apaçık, ama her şeyin, taşların bile başlarını teker teker okşaya okşaya, derin bir merhametle anlatıyor.
Meryem her şeyin öleceğini anlayacak yaşta değil. Selâ’yı sanki Sultan abla için okunuyormuş gibi dinliyor şimdi. Kendini bıraksa ağlıyacak. Sultan abla ölüymüş ama ağır ağır yürüyerek, kendi kendisini, mezarına götürüyormuş gibi geliyor ona, ürperiyor. Arkasında kedileriyle…” sayfa 264-265

Engin Ergönültaş’ın Minare Gölgesi’ni okudum. Önce senaryo olarak yazıldığını, olağan ekonomik krizlerden birine toslayınca filmleşemeyen hikâyesini bilmeyen kalmamıştır sanırım. Çıktığı zaman Engin Ergönültaş’a daha doğrusu Zalim Şevki ile Kelek Osman’a duyulan sevgi yüzünden basında epey yer almış. Ancak bu durum talihsizliğe doğru meylediyor gibi geldi bana. Senaryodan devşirme bir roman muamelesi görmesi büyük haksızlık.

Dili ve akışı oldukça ilginç . Yazar anlatısına kasten hız kasisleri koymuş. Okurun gözüne sokulan,” harap”ken “harab”; “da” iken “ta” olan sert sessizler, anlatının devam ettiği yerlerde paragrafsız satırbaşları, kimi paragraflar arasında uzun boşluklar, yer yer uzun tasvirli karmaşık cümleler … Ancak bütün bu hız düşürme çabalarına rağmen müthiş akıcı, çarpıcı.

Aslında kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimde kalbim acısa da uyuyunca geçecek bir etki zannetmiştim. Sırtıma yapışıp beni nefessiz bıraktığını günler sonra fark ettim.

Zengüle Hacı diye baharsız bir mahalle ve onun üç mevsimi anlatılıyor. Üç mevsim; kış, yaz ve ölüm.

Surların içinde öyle bir mahalle ki; “içinde hâlâ eski zamanların kimi izleri vardı. Kıvrıla kıvrıla inen dar yokuşlar, çıkmazlar, çoğu harab, yanık, yıkık ta olsa cumbalı kafesli tahta evler, türbeler, selviler, nakışlı mezar taşlarıyla küçük mezarlıklar, aynalı çeşmeler vardı. Kaybolup gitmiş o ahşap âlemin izleri vardı.
Sanki şehir, bu unutulmuş, viran mahallede geçmiş zamanların kalıntılarını biriktirmeye çabalıyordu. Bu haliyle, kendi çürümüş cesedinin üzerinden hâtıra bir parça alıp saklamaya çalışan bir ölüye benziyordu.” Sayfa 6

Zengüle’nin bir anlamı olmalı, deyip sözlükleri karıştırmıştım. Zengüle, İran mitolojisinde bir Türk kahramanın adıymış. Kahramanlarımızı tanıyalım.

Eski konsomatris, yaşlı orospu, kedili kadın Sultan abla. Boşanmış anne babası tarafından (eski devrimci Asuman ile zamane haydutu bitirim Harun ) paylaşılamayan altı yaşındaki Atilla. Konsomatris Kıymet ve on yaşındaki kızı Meryem. Annesi Ümmiye hanım’la bodrum katında yaşayan işsiz soğuk mezeci Abdülkadir. Emekli, hasta babasıyla yaşayan işsiz marangoz Sabit. Ezan vakitlerine ayarlı hayatlarıyla torun büyüten anneanneler Reşide Hanım ve Mahmure Hanım. Sigaraları birbirine ekleyerek yaşayan Atilla’nın halası Gülnur. Yoksul mahallenin aç sokak köpeği Kont.

Evet, bunlar kahramanlarımız. Yazarı her ne kadar onları kahramanlaştırmaktan kaçınsa da biz anlıyoruz onları. Ne İran mitolojisinde ne de kurgu bir eserde, aramızda yaşıyorlar.

Bulaşıkçı maaşına ahçı çalıştırmak isteyen zihniyetin işsiz kıldığı çaresizler, mezara girer gibi yerin altındaki bodrum katlarına girenler, ölüm uykusuna yatanlar, uykusuzlar, genelevde gelmeyen müşterileri bekleyenler, açlıktan karınları birbirine geçen kediler ve köpekler, umutları minare gölgesi gibi var-yoklar, kaderleriyle başa çıkamayan ötekiler.

Neden çok önemsediğimizi tam olarak çözemediğimiz bazı kült kitaplar vardır. Minare Gölgesi’nin karşı bir “Ağır Roman” olarak kurgulanıp kurgulanmadığını ciddi ciddi düşündüm. Zengüle Hacı mahallesi Kolera Sokağına, Sultan abla Tina’ya, Harun Gli Gli Salih’e, ney klarnete, ud darbukaya, hicaz makamı ağır roman havasına karşı…

Zengüle’nin bir anlamı daha var. Dinleyene uyku veren, Hicaz ailesinden basit bir makam, diyor sözlük. Sanırım Minare Gölgesi’nin gizi burada. Gücünü basitlikten alışında. Hayatı süslemiyor, kahramanlarını yüceltmiyor, yoksulluk ve sefaleti romantik unsurlarla kuşatıp masal alemlerine sürüklemiyor. Okuyanı götürdüğü yer salt, apaçık gerçek. Minare gölgesinde hakikat uykusuna dalan Abdülkadir'in gittiği yer. Oradan başka gidecek yerimiz yok zaten...

Zengüle makamından ses veriyorum: http://www.youtube.com/watch?v=xqfwTg0EacQ
Kitaptan biraz daha bir şeyler isteyenlere:

“Mahalleye kar yağıyordu.
Naylonlarla, muşambalarla, paslı tenekelerle örtülmüş viran evlerin üzerine kar yağıyordu.
Yarısı yanıp kül olmuş, kadidi çıkmış cumbalı ahşap evlerin, yanık, kara iskeletlerinin üzerine kar yağıyordu.
Kör pencerelerine gerilmiş yırtık naylonların üzerine, tavanı çökmüş odaların mahremlerinin içine kar yağıyordu.
*
Yağan karla, kara duman birbirine karışıyor. Karla duman hemhâl oluyor. İkisi elele, göçüp gitmiş bir âlemin çöplüğe dönüşmüş kalıntılarını, onunla iç içe yaşayan şimdiki zamanın fakirliğini, hepsini birden tütsüleyip kutsamaya çabalıyorlardı.
*
Tevekkülle eğilmiş derviş başları gibi sağa sola yatmış mezar taşlarının uçlarındaki serpuşlar, karla kaplanıp, bembeyaz, gerçek kavuklara, sarıklara dönüşüyor.” Sayfa 7-8

“ Kont yerinden kalkmadan kımıldanıp mukavva parçasını tam karnının altına ortaladı. Böyle biraz daha iyiydi. Bütün bir sokağın ruhunu, rengini değiştirmeye yetecek kadar hüzün barındıran ıslak gözlerini yumdu.” Sayfa 32

“Atilla sabırsızlanıyor. Gözü pencerede, her şeyi yutan tipide ama kulağı, anneannesinin oturup kalkarken ihtiyar kemiklerinden, dizlerinden çıkan çıtırtıları, içinden okuduğunu sandığı duaların fısıltılarını, duvardaki saatin tiktaklarını dinliyor. Atilla ikide bir kafasını arkaya çevirip çevirip anneannesine bakıyor.
Tipi bütün şiddetiyle devam ediyor.
Harab ahşap ev, kimileri düştü düşecek sallanan çürümüş kaplamalarıyla, can çekişen bir canlı gibi, tipinin zaman zaman artan şiddetine çeşit çeşit iniltilerle karşılık veriyor.” Sayfa 79

7 Mayıs 2013 Salı

"hiç acımayacak!"

SİM, BB

 Üzüm “ben de geleceğim,” diye tutturdu. Evin büyüyen, dediğim dedik kedisi de 'mucize'dir. Sen sokağa bile çıkmazsın ama, desem de nafile. Patilerinin izi duruyormuş daha kitaplarında, BB: Hiç Acımayacak Şöleni'ne nasıl gitmesinmiş!

O da nedir diyenler? Barış Bıçakçı cümle sosyal alemlerde BB diye anılır. Hiç Acımayacak Şöleni hikâyesine gelecek olursak...

Facebook Okunası Kitaplar grubu Mart ayında BB Haftalarının başladığını ilân etmişti. Okumadığım öyküleri vardı, merak ediyordum. Okuduğum romanlarının münhasır tadı damağımda kalmıştı. Defalarca okunmayı hakediyorlardı, fakat hiçbiri evde yoktu. Aldı mı beni tatlı bir telâş? Siparişler verildi, bulunamayanlar bulduruldu...

Kitaplarla ilişkim Sinek Isırıklarının Müellifi Cemil gibidir. “... öyle kitaplar vardı ki, kendini bu kitaplara kaptırıyor, içini müthiş bir eşitlik duygusu kaplıyordu. Sadece bir sevinç duyuyordu. Her şeyi sadeleştiren bir sevinç. Bu ışık. Bu kağıt. Bu çay. Zeytin, soğan, ekmek. Kuru üzüm ile leblebi. Küçük bir tahta masa. Su şişesi. İki sandalye. Bir Faulkner.” (s.134)

Öte yandan aynı zamanda Cemil'in karısı Nazlı gibi 'haftanın günlerine iman ederek ömür tüketenlerdenim'. Böylelikle günlerce çantamda 'hemen eve dönme isteği' uyandıran kitaplarla işe gidip koşarcasına eve döndüm.

İşte o günlerden birinde pat diye kırmızı pullu bir etkinlik davetiyesi düştü facebook bildirimlerine. Hih!Kirpi diye biri benimle beraber bütün Okunası Kitaplar, Okur İnisiyatifi, Hem Okudum Hemi de Yazdım üyeleriyle Ekşi Sözlük yazarlarını, Blogistan tayfasını ve Twitter ahalisinden meraklısını BB: Hiç Acımayacak Şöleni'ne davet ediyordu.

“Katılacağım” diyen BB fanlarının listesi “Yansımalı Ankara Treni “gibi artı sonsuza uzadı. Etkinlik sayfasında en uygun yer için epeyce mekân tartışması yapıldı. BB'nın kitaplarında geçen ve Ankara'yla özdeşleşmiş ne kadar park, bahçe, cadde, sokak varsa birer birer dillendirildi. Eski havagazı fabrikası diyenler, köpekleri Kuzu'nun utanarak kakasını yaptığı lisenin bahçesini teklif edenler dahi oldu. Palamutbükü'ne doğru yola çıkalım, belki Nazlı gelip bize “Yeşil Ayna” türküsünü söyler diyenler vardı. 

Ah bu okuyucular! En olmayacak şeyi isterler hep. Tek bir şey hariç Cemil'e hayatı bir şölen olarak hissettiren ne varsa; roman, film, şarkı, şiir, öykü, resim... hepsini bir yolunu bulup okuyup, izleyip, dinleyebilirler oysa. Nazlı romandan çıkıp gelerek “Yeşil Ayna” türküsünü nasıl söylesin ki size?

Eksiklik konusuna bağladılar bu isteği. Şölen konusunda ne yapsak yarım olacak, diyorlardı. Ne diyordu Cemil: “Kitaplar bir bakıma başarılmış tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur.” (s.10)

BB'nın romanları ve öyküleri etkinliğin duvarında günlerce didik didik edildi. Şu bir gerçek ki, hemen herkes Sinek Isırıklarının Müellifi'nden bahsetmeyi daha çok seviyor. O incecik romandaki konuşulacak malzeme ve tiril tiril ironi elbiseli üslup inanılmaz... Öte yandan içeriğinin öylesine konsantre bir kurgu ve anlam yapısı var ki, üstüne ne söyleseniz hafif kalıyor.

Ben yine de -Üzüm bile cüretkâr davrandığına göre- herşeye rağmen bu kitapta öne çıkan ancak pek üstünde durulmamış birkaç konudan bahsetmeyi göze alacağım.

İhtiyarlık...

BB fanlarının hemen hepsinin Hitit Kralı 1. Hattuşili'nin torunları olduklarını varsayabiliriz. Bu nedenle büyük büyük büyük dedelerinin “sağlığına dikkat etmesini, büyüklerinin sözünden çıkmamasını” salık veren, “ içine yaşlılık çöktüğünde, kendini içkiye ver ve büyüklerinin sözlerini bir kenara bırak” (s.76) diyen öğüdünü tutacaklarından eminim.

BB'nın ihtiyarlıkla bir zoru olduğu çok açık. İhtiyarlar romanlarında kurgunun içinde fazladan güzelleşiyorlar belki, ama öykülerinde hayatın içindeki en gerçek hallerine neredeyse pertavsızla yakından bakıyor, fazladan seviyoruz. Bu açıdan Baharda Yine Geliriz'deki Demetevler İkilisi, İki Kişi Ölümden Korkuyoruz, Büyükbaba ve Eve Dönerken adlı öykülerinin yeri apayrıdır.

Selam, Saygı...

Hemen hemen bütün kitaplarında sevdiği şair ve yazarlara selâm veriyor, saygılarını sunuyor.  Bilhassa SIM' de bu durum oldukça belirgin. 'Hayatı bir şölen olarak hissettiren' eserler bir yana, toplu konutların yapılışını anlattığı bölümün Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları diliyle yazılması kuşkusuz yazara saygıdan çok daha fazlasını içeriyor. Gecekondulardan toplu konutlara, toplu konutlardan lüks konutlara geçişin evrim özeti...


"İşçilerin konuşmaları malzeme taşıyan kamyonların, temel kazan kepçelerin, çimento karma makinelerinin gürültüsünden duyulmaz oldu. Büyük vinç kuleleri kuruldu. Tünel kalıplara çimento döküldü. Subasmanların üzerine katlar çıkıldı. İskeleler, makara düzenekleri kuruldu. İşçiler kapısız penceresiz binaların kuytularında çay demlediler. Çay bardaklarını güneşe doğru kaldırıp çayın demine baktılar. Birbirlerine iyi çay demleyen adamların hikâyelerini anlattılar. Sonra konuşmalar yine duyulmaz oldu.” (s.20) 

Sonra yeni yapılan etaplarda travestiler yaşamaya başladı, geceleri yollarda müşteri arıyorlardı. Toplu konut halkı travestilere döner bıçaklarıyla, beysbol sopalarıyla saldırdı; onları öldüresiye dövdüler ve kovdular. Polisler her şeyi sadece seyretti. Kurbağalar, kirpiler, güvercinler, kötü kokan işçiler ve travestiler gidince toplu konut bölgesinde daha lüks konutların, iş ve alışeriş merkezlerinin inşaatı hızlandı.” (s.137)

Şiir...

BB'nın şairliği sır değil elbette, dem vurmak istediğim romanlarını da şiir gibi yazması. Kapalı şiirin göbeğinde dolaşanları saymazsak II. Yeni şairlerinin şiirde yaptıklarını yapıyor diyebiliriz. Tek bir farkla; onlar gibi gerçeküstücü değil. Hatta gerçeğin ta kendisini gerçeküstü gibi kullanıyor. 

Sinek Isırıklarının Müellifi'nde düzyazı görünüp düpedüz şiir olanlardan bazıları...

Cemil'in toplu konut parolasını ("Banyonuz akıtıyor!")söylemek için çıktığı üst katta yazılan şiir.

“sonra apartmanın sessizliğini dinledi
on numaranın sessizliği
dokuz numaranın sessizliği
en aşağıda posta kutularının
göz göz uğuldayan sessizliği...”
(s.90)

(Cemil'in çaldığı kapı açılmayınca başbakan epeyce bir süre klozetten sızanlara maruz kaldığı için bu bölüm bilhassa çok sevilir. Hem bu ne zarafet değil mi? İnce ince narin edebiyat, kaba saba haşin politikayı bir sifon darbesiyle ait olduğu çukura gönderir.)

Yaz gelince insanların balkonlara yayılmasının şiiri.

İnsanlar sustuğunda,
yaz göğü bütün sırlarını
dökmeye başlıyor,
gündüzleri mızrak mızrak,
geceleri yıldız yıldız.” (s.122)
Yaz sıcağı devam ediyor şiiri.
"Açık pencereler çarpmasın diye
pervazlara konan yastıklar dışarı sarkıyor:
Binalar insanlara dil çıkarıyor.”(s.125)

Cemil'in şair, yazar olma isteğinin ikinci nedeni şiiri.

"Uzun sırıkların üzerinde
koşarak geçiyorum insanların,
dünyanın dertlerinin arasından,
yazarmış, soytarıymış fark etmez”
(s.74)

Günlük Hayat  

Hih!Kirpi ortaya çıktığında bizi güzelce paylamıştı. “Sanki BB kahramanları hep “çilek reçeli” yapımı tadında yaşarlarmış gibi sadece güzel şeylerden bahsediyorsunuz,” diyerek.

Oysa biliyoruz ki hepsi "Hiç Acımayacak!” denilip kafa kol girilen gündelik yaşam savaşının gazileridir. “Hiç acımayacak!” deyip sünnet etmekle başlarlar ilkin. Okuldu, askerlikti, işti derken irili ufaklı parçalar kopmaya başlar insandan. Yıllar sonra bir bakmışsınız ki okullarda sıralara yasladığınız, iş görüşmelerinde nereye nasıl koyacağınızı bilemediğiniz kollarınız çoktan kopmuş gitmiş sizden. İnsanoğlunun 'kollarını çırptıkça uçamamasının' bir nedeni de budur kanımca.

Mutlak Zıtlık

Günlük hayattan bahsedilirken profil resmini cezaevi minibüsü yapmış biri tüm yorumların altına birer nokta koydu. Demek istediği şey, devletle her an her yerde karşılaşırsınız; üniversitelerde, Kızılay'da, Taksim çukurunda ya da geceleyin yürüyüşe çıktığınızda; yanınızdan bir cezaevi minibüsü geçer ve:

“Yıllardır bildiğiniz bir acı başlar. “Gazetedeki fotoğraflar, televizyondaki görüntüler ve sesler bir bıçak biçimini alarak, çelik parıltısı yayarak sol omuzlarına saplandı. Cezaevi minibüsü durdu. Arka kapısı açıldı. Dışarı, saçları, yüzleri yanmış kadınlar çıktı. Ağızları maruz kaldıkları vahşetin şaşkınlığıyla çarpılmıştı. Gözleri kapkaraydı. Merheme bulanmış, örtülere sarınmış, yarı çıplak, toplu konut binalarına doğru koşmaya başladılar. Bağırıyorlardı. Haber vermek için: DEVLET KATİLDİR! DEVLET CANİDİR!DEVLET ZENGİNLERİNDİR!”(s.122)

Hih!Kirpi “nokta konuldu, şölen bitmiştir,” deyip yanı başımdaki BB kitaplarının kapağına kurulmadan önce bana dedi ki; bu yazarın en çok nesini sevdin?

'Tabiatın hayat ve ölüme eşit mesafede' oluşu gibi BB Edebiyatının hayat ve ölüme eşit bir mesafede oluşunu, dedim. Barış Bıçakçı 'insanın ve devletin mutlak zıtlığını' görüp hissettirirken, mutfaktaki ıslatılmış nohutun çatlama sesini de duyup duyuruyor.