1 Şubat 2012 Çarşamba

özincirtepeli


yılbaşından on gün kadar önce, akşam vakti yalova-pendik deniz otobüsünden inip pendik-kadıköy dolmuşuna binmiştim. etraf benim için ilkti, yeniydi, izliyordum. suadiye'den itibaren hem dolmuşa binenler farklılaştı, hem de cadde boyunca sağlı sollu uzayan dükkânlar.


zengin bir dünya, marka mağazaların vitrinlerinde, ağaçlarda, kısa mesafeler için dolmuşa binenlerin kıyafetlerinde ışıldamaya başladı. kadıköye kadar o aydınlığın içindeydim.

çok gezen çok bilir ama, ne çok gezmişliğim var, ne de çok bilmişliğim; ankara'nın tunalı'sına kaç basar, nişantaşı'na ne kadar fark atar, paris'in hangi caddesine denk, bilemem.

başka bir dünya. bana sadece bir akşamüstü içinden öylece geçivermek kadar yakın, o kadar. oysa mağazalar, lokantalar, cafeler geçip gitmeyenlerle doluydu, yaşıyordu. hayat taşıyordu caddeden.

elbette o ışıkların ardında, yanında, yöresinde ışıksız, umutsuz, kötü şartlarda yaşayanları var. oturduğum nice evin muhitleri iyiyse de bana rastlayan evlerde türlü nedenlerle bitmek tükenmek bilmeyen su, elektrik tesisatı arızaları, nem, rutubet gırla gider.

abidinpaşa'daki kapıcı dairesinden bozma ilk evimde su çıkmıştı. yan binanın kanalizasyonu geçerken öylesine bir uğramıştı! şaşırmış mıydım, hayır. pılımı pırtımı toplayıp hooop demirlibahçe. suadiye'den kadıköy'e hayat taşadursun benim o evimin de memişhanesi taşardı arada. bir yolunu bulur, çözerdik.

incesu'daki teras, cebeci'deki akasyalı ev, gümüşsuyu'ndaki bekâr evi, silivri'deki deprem artığı üç oda bir salon... diş macunu reklâmındaki gibi “önler iyi ama... “ydı hep. şimdinin beylikdüzü'ndeki rüzgârlı konağı da farklı değil.

çok fazla olmasa da işte bir sürü ev, bir sürü semt (dert mi yoksa?)  birikmiş kenarda. leon'un mathilda'sı kucağında bir saksı çiçekle kök salacağı bir yer arıyordu. bizse kolilere kamyonlara yükle boşalt yükle boşalt yaptık durduk yıllarca.

istanbul'daki ilk taşınmam newroz bayramına rastlamıştı. 21 mart 2002 silivri'ye taşındığımız gündür.

şoför (d)ali, koca kamyonu “allahım beni nereye soktular” diye diye the marmara'nın arkasına, ülker sokağın darına türlü manevralarla yanaştırmıştı.

kasasından çamurlar süzülen sarı hafriyat kamyonunun bir köşesini jumbo çöp poşetleriyle kapladık. eşyaları üstüne yığdık; ver elini silivri.

o gün silivri göğünde rüzgâra karşı uçmaya çalışan bir martıcık görmüştüm. denizin üstünde tek başına inatçı bir martı yavrusu. savruldukça önce kendini bir süre bırakıyor, sonra tekrar inatla rüzgâra kafa tutuyordu.

iznik'ten ankara, ankara'dan istanbul', istanbul'dan silivri... silivri hayata tutunacağımız yerdi, çiçek saksıdan çıkacaktı. son durağımız olacaktı güya.

beş yıl sonra imkân olsa, o evden eşyalarla birlikte, bir gece vakti klozetin sifonunu çekince çöken tavanı da yüklemek isterdim. o beşyüz kiloluk molozu gideceğim yere, kök salacağım yere döküp üstünde tepinmek isterdim; ölüm, sevdiğim senin elinden saniye farkıyla kurtuldu, diye.

şimdilerde yeni bir taşınma hazırlığı. istanbul'un bir kenarına sessizce ilişeceğiz. adı güzel incirtepe yeni mahallemiz olacak.

müstakbel evimizi gidip gördüğüm günün çamuru hâlâ duruyor botlarımda. çamuruna da tavım, nasıl olmayayım? üzüm sokağı diye sokak adı var, m. ali aybars spor tesisleri var, yakınlarında bir yerlerde oktay rıfat, ahmed arif caddesi var.

tıpkı benim gibi şu dünyada bir dikili ağacı olamamışları çok. çocuklarına iyi birer anne baba olmaya çalışan emekçileri var. süper amatör kümeye yükselmiş incirtepespor'u var. “uçurumlara düşmeden tut elimizi/ şampiyon ol incirtepem mesut et bizi” diyen taraftarı var :)

istanbul'da on yıl geçmiş. bu kez taşınmamız 21 mart'a erişir mi bilemem, ama hafriyattan yeni çıkmış sarı kamyon şartımdır ey kader!

yavru martı rüzgâra karşı durabildi. mathilda saksıyı çöpe atmayı başardı; toprağı elleriyle kazdı ve çiçeğine kök salabileceği bir yer bulabildi.

suadiye, kadıköy, etiler, bebek, nişantaşı... ille de ille dediğiniz yer her neresiyse sizin olsun. incirtepe benimdir, yerimdir; bundan böyle evimdir.
 
22 ocak 2012 

hayalci



 
anam bana hep "hayalcisin" derdi. bankada paşa paşa sıramı beklerken oturduğum bankta bacaklarımı sallıyordum. sıkıntılı bir yetişkin gibi değil neşeli bir çocuk gibi- ki farkettiğim an bıraktım sallamayı. ayakları yere değmeyen bir çocuğa -içi dışı hayal- tekme atmışım gibi irkildim sonra bu birdenbire bırakıştan...

27 ocak 2012





baskı resim fevzi karakoç'tan atış düşüşü

fotodramatik naylon hikaye




sıradan bir gündü. sabahleyin erkenden işte olmalıydım ama hale bakın ki uyuyup kalmıştım. gözümü açtığımda on dakika içinde evden çıkmam gerekiyordu. alelacele üst baş giyimi, paldır küldür ayakkabılar ayakta, işte kapıdayım.

çantamın üstünde küçük bir poşet farkediyorum, üstünkörü bakıyorum, içinde elma var. öpücükler atıyorum benimle birlikte sabahın köründe evde koşuşturan kişiye. cumartesi günleri şirkette yemek çıkmayacağını bilen; “öf!yeter artık, kesin zayıflayacağım. bundan sonra sabahları meyve yiyeceğim sadece” sızlanmalarımı ciddiye alan kişiye.

poşeti çekmeceme boşaltırken yüzümde kocaman bir şaşkınlık. yalnızca elma mı; armut, erik, şeftali... dolapta ne varsa hepsinden konmuş. uçları katlanmış peçete, üstelik bir tane değil birkaç tane.

işte böylece ince bir adamı sevdiğini hatırlıyorsun. iri biberlerin yığılı olduğu tezgâhtan nasıl olup da incecik biberler seçtiğine hep şaştığını; eve aldığı kabak, patlıcan, domateslerin nasıl olup da hepsinin aynı boy ve narinlikte olduğuna hep şaştığını, bir kez daha sabahın bir köründe yeniden hatırlayıveriyorsun.
 
 
hatırlamanın sonu yok tabii, başka şeyler de geliyor usa. bir zamanlar ki adların; gelincik, nar çiçeği, akasya, taklacı güvercin olduğun zamanlar... evet, at martini bre hacer, bakalım geçen zamana; gelincik dediğin ne ki, rüzgâr üflemiş yaprakları dökülüp sapı kalmış, nar çiçeği dalından kopup düşmüş yere, akasyanın beli bükülmüş, güvercinin kanadı kırık toz içinde... daha mı çalmasın bre hacer, bunlar gözünün önünden geçerken fonda drama köprüsü türküsü!
 
 
o incelik doldurulmuş naylon poşeti atamamıştım bir türlü. beslenme çantası niyetine kullanır olmuştum ki, bugün nevalemi çekmeyece boşalttıktan sonra katlayıp çantama koyarken farkettim; üstünde adlarımız yazıyor.
 
 
şaşacak ne var bunda; hazırlansın, diye reçeteleri bıraktığımız eczacı poşetin üstüne yazıvermiş işte, allah yazısı değil ya! altı üstü birkaç hafta önce ona ilaç taşıyan naylon dönmüş dolaşmış bana incelik taşımış.
 
 
ama hayat hep "yeniden" der bize. yeniden...ben yeniden yıllar önce ikimizi buluşturan tesadüf tanrısına ve gözükaralığıma şükrettim; iyi ki ince mi ince bir adamı yeniden yeniden sevmişim, diye.

5 Eylül 2011

zeytinin yaprağı sobada


 
teyzem, anneannemin köydeki evini süpürmeye gittiği zaman bir torba zeytin yaprağı kurusu bulmuş.

ilk defa duyduğum bir şey; ilâçlamadıkları zeytinlerin taze dallarından gölgede kurutup ufalayıp çay gibi demlermiş teyzem. bir gün anneanneme de içirmiş zeytin yaprağı çayından. "yavruuuuum, bu çay benim yüreciğimi yumuşattı" demiş rahmetli. sonrasında kendisi yapar olmuş demek ki...

şimdi karşı yamaçtaki tarlalara bakan boş evde, yakılmaya hazır bir sobanın içinde kibritini bekliyor bir avuç kuru zeytin yaprağı.

16 aralık 2011