29 Temmuz 2012 Pazar

kehribar


“en sevdiğim cephe,” dedi misafir kadın “güneydoğu-güney...”

bıyıkaltından güldü adam.

“güneş gün boyu içerde, ne güzel.” diye devam etti kadın.

arsızca ardına kadar açık mutfak, salon, çalışma odası, yatak odası camlarından içeri dolan güneş de güldü sıcak sıcak. köpekler havladı. ağustos böcekleri cırladı. fransız balkonlu salonun hemen dibindeki oyun parkından çığlık çığlığa çocuklar da katıldı buna; ne güzel!

sehpadaki fesleğeni karıştırdı kadın. sararmış birkaç yaprak döküldü. fesleğenin kokusu kafurî bir bulut gibi yükseldi salonda. çiçeğin yanında duran mikrofonvari kutuya bakarak “bu ne?” dedi. hemen peşinden “haaa, konuşma aleti” diye cevapladı kendisi. “kullansana artık ayol şunu” söylenmelerine başladı ardından.

gözleriyle, elleriyle araştırarak bakıyordu etrafa. küçük cam bir bardaktaki kehribar sarısı boncukları işararet ederek “bu ne?” dedi bu kez. adamın sıkkın bakışları sarkaçlı avizeye kaydı. orada sallandı bir süre. kadının gözleri soru işaretinin çengeli gibi asılmıştı boğazındaki deliğe.

adam birkaç kez  cevap verdi. anlamadı kadın. “ne dedin?” diye tekrarlattı her defasında. “şu aleti kullanmayı bir öğrenmedin”, diye sitem etti “cık...cık”layarak.


sonunda kalem ve kağıda uzandı adam.

bir akşamüstü, yine günlere, herşeye, hayata küsken, karısı işten eve geldiğinde, yataktan hiç çıkmadığını -güney cephenin sıcağıyla kavrulan yataktan- farkedince üzüntü ve öfkeyle boynuna uzanmıştı. diyarbakır burmasına benzer kehribar sarısı kolyesini çıkarmaya uğraşırken birdenbire patır patır dökülmüştü boncuklar. öyle ki bitti sandığı noktada parkeye çarpan bir boncuk tanesinin “tıkırt” eden sesi duyuluyordu. bütün gece karısı yürüdükçe tıkır tıkır yuvarlandı parçalar yerde.

adam düşünüp düşünüp “karımın kalbi” diye yazdı kağıda.