18 Ağustos 2014 Pazartesi

Hiç Kuşu'nun Çaresizlik ve Umut Nesneleri


Fotoğrafı çeken Necati EkerBazı kitaplarla hem içsel hem de fiziksel olarak kolay kolay  vedalaşamam. Okudukça kalbimi ağrıtan öyle kitaplar olur ki, evin içinde dahi oradan oraya benimle gezer durur.  Çalışma masamdan yatağa mı gidiyorum,  onu da alırım yanıma. Salona, kanepeye mi gidiyorum, hoop o da benimle…  Mutfağa götürdüklerim bile vardır,  yemek yaparken masanın üstünde durur.

Hiç Kuşu  bunlardan biri. Döne döne okuyup, Hiç Kuşu’nun çelik tüylerini okşadım, ışıklı kara gözlerini sevdim.  Yıldız İlhan Türkçe yazıyor. Yalnızca dil olarak değil anlam olarak da Türkçe yazmaktan bahsediyorum.  

O da nedir, diyenler.  Ahenkli, uzun, yer yer devrik cümlelerle anlam katmanlarına gizlenmiş bi dolu sessiz çığlık, bi dolu ah! Öykülerin derinliği boyu aşıyor, bunu söyleyelim. Yoğun öyküler bunlar, dibe çekiyor insanı. Zaten yazar ‘hayatındaki tüm mağlup meleklere’ ithaf etmiş bu kitabı.

Kitap ve öykülerin kahramanlarını, içeriğini anlatan çok güzel yazılar yayınlandı. Tekrar etmeyeyim.  Ben öykülerin hemen hepsinde soğuk bir ışıltıyla parlayan çaresizlik ve içimizde sıcak bir kıvılcım çakan umut nesnelerinden söz etmek istiyorum.

Çelik, metal, demir ve keskin nesneler ile çaresizlik; Hiç Kuşu’nun sert tüyleri

Kafesler: Kentin en dar sokağı, ara ara söz alır. “Taze sermayeler yaşlandı, kafeslerden baka baka üç beş yılda” der. Demir parmaklık yoktur, kimse mahpus değildir, ama kaderlerine mahkûm kadınlar oluşur zihnimizde. Ardından “Numaram, adım değişti durdu” der,  sokak. Metal sokak plakaları aklımıza çakılırken kadınlar da sonsuz bir döngüyle pencere demirlerinin arkasına, hayatın arka bahçesine çakılırlar.

Boş bira kutuları:Kalabalık bandosu yalnızlık faslının sesini bastırabilse” diye düşünür ama unutur şair. Sokak ahalisiyle ‘efkârı  acil boğazladıkları’ gece etrafta içenlerin boş bira kutularını toplar, gürültüyle patlatır. Can sıkıntısından zannederiz. Çöpten bira, kola vb metal kutu toplayan Yoldaş Osman’a bir saygı duruşudur oysa. Başka bir öyküde denize yakın bir yerde gazete kağıdına sarılı biranın bitmesini bekler biri. Hemen oracıkta alıp ezerek torbasına atacaktır. Buna muhtaçtır.

Anahtar: Evsiz insanların içinde evi olan biri anahtarını iple beline bağlar. Hayat sigortasıdır. Şişko kadın ve evsiz iki erkek bir kış gecesinde sonsuz gibi görünen merdivenlerin tepesindeki gecekonduya çıkarlarken kadının beline bağlı anahtar soğuk soğuk parlar. Eksi dereceli hava durumlarında o anahtarın açacağı dama –“nem kokuyor bu oda, ıslak bez, sidik, aybaşı kanı, çöp. En kallavisinden çürük kokuyor”-mahkûmdur evsizler.

Çakı:  hani şu her işe yarayanlardan.” Çaresizlik nesnesi diyorum ama işe yarayan bir nesnedir aslında çakı. Hiç Kuşu’nda da bir işe yarıyor. “ Çorba paketinin ağzını bir uçtan bir uca keserek, sıyırır gibi  açtı ve boşalttı tasın içine, titreyen elleriyle, birazı oraya buraya savruldu”. Öyle zamanlar geçirmiştir ki çaresiz o eller, bir paket hazır çorbayı açabilmek için o keskin çeliğe, çakıya ihtiyaç duyar. Vücudun söz dinlememesinin ispatıdır çakı. Ne söylense yapamayacak bir bedenin ispatı.  Öyle bir kara mucizedir ki, soğuk bir kış gecesi donmak üzere olan Tiviti’yi kurtarır.  “Tiviti’nin camdan topu aniden durur.”!

Maşrapa:  Bahşiş maşrapalı öykü en paralı öyküdür. Evsiz Yoldaş Osman’ın eline yüklüce bir para geçer. Paranın Yoldaş Osman’a yakışacak şekilde tükendiği zamanda -sonradan anlarız bunu- “akordeonuyla roman, bozuk para maşrapasıyla küçük kız girer “ kadrajımıza.  Sokak müzisyenlerinin maşrapasında -“Ah, böyle hüzünlüsünü çalarlar mıydı bu romanlar şarkının?”- biter her şey. ‘Kemanın yayı tek tek atar tellerini çıt çıt’. Maşrapada çınlar adeta, kaderin bahşişi gibi. Gecenin sonu bir hayatın da sonudur.

Muhtar Çakmağı:  Çalışmayan arsız kocasının “tütünüm bitti” deyip ölü yıkayıcısı karısına tütün siparişi vermesidir çaresizlik. Çakmağın çakırtısı örtülen kapıların sesine karışır. O ses adamı kadının hayatına ömrünü çürütecek bir mıh gibi çakar.

Makas: Öfkeli bir hanım oyuncak bebeğin saçını kesip gözünü oyar. Ama ölen oyuncak bebekler değildir. Yüzü solan bir annedir.

Çıkırdayan gazoz kapağı takılı tel araba:  Çocuk tel arabasını bırakıp siyah bir arabaya biner. Arabaya bindiği anda hayatının çıkmaz sokağına girecektir.  En sonunda “hevessiz” babasına varır çıktığı yol. Gazoz kapaklı çıkırdayan tel araba geri dönülemeyecek bir  yaşamı  simgeler. Gerçek siyah araba kahır hayatının başlangıcıdır.
Saten yorgan, siyah poşet, sele, kırmızı kemer ile naylon umutlar; Hiç Kuşu’nun kara gözleri


Saten Yorgan: Sümbül, gülkurusu saten çeyizlik yorganını Hıdrellez gecesi örtününce dünya daha iyi bir yer olacakmış gibi geliyor insana. Her kadının çeyizlik bir saten yorganı olmalı diye düşünüyorsunuz. Hiç Kuşu’nu yakalayıp ışıklı kara gözlerinden öpmüşsünüz gibi bir his.

Siyah poşetler: Onlara ulaşılabiliyorsa umut vardır. Üç beş şişe şarap, bira, leblebi demektir onlar. Efkar dağıtılabilir. Galata köprüsü hatırlanabilir, oltada çırpınan istavritler… Hayat hayal etmektir belki. Kaybedenlerin öykülerindeki umut haliyle naylondan oluyor.

Sele: Örtüsünün kenarı dantellidir selenin. “İçinde üç küçük kavanoz, kahve, toz şeker, çay. Üç çay bardağı, iki kahve fincanı, tek bir kaşık” vardır. İçimize bir umut düşer. Melek bir kadının omzuna konmuştur  Hiç Kuşu.

Kırmızı kemer:Çocukluk denilen o yalan zaman, o kocaman kara delik, kalbimin çekmecesinde sararmış bir kağıda sarılı öylece duruyor,” der çocuk.  O tokalı kırmızı kemeri, başını okşayan tek öğretmene vermek ister. Karnında binlerce çakıltaşı varmışcasına bir ağrıyla yaşayan küçüğün ağrıları dinecek sanırsınız.

Vurguladığım bu nesneler aslında öykülerde metafor olarak değil cümle içinde sadece birer kelime olarak geçiyorlar. Yarattıkları etki öykülerin atmosferini belirliyor. Yıldız İlhan'ın şairliğinden geldiğini düşündüğüm müthiş bir atmosfer ustalığı var.

Aile, kadın- erkek, ana-oğul, baba- oğul, erkek, erkek, erkek (bissürü), kadın, kadın, kadın (onlar da çok), çocuk öyküleri.  Kahramanlarını ölüm, sokak, yalnızlık, delirmeye varan esriklik gibi sarsıcı sonlara götüren öyküler.

Tadımlık:

“Sigaran bitiyor, kahven yine soğudu. Saçlarını kesecek misin bugün? Bugün eskimiş yüzünü gösterecek misin güneşe? Upuzun bir  yolu keyifle yürüyerek ellerin ceplerinde bir başına. Evini ısıtacak mısın bugün?  Sıcak hatta kaynar bir mercimek çorbası nasıl yakışırdı gününe, akıl edecek misin? Şarabın var mı akşama? Peynirin? Söylenecek şarkın?
Yalnız mısın, yine yalnız?” (Sayfa 72)

Hiç Kuşu, Yıldız İlhan, Öyküler, Kibele Yayınları

Dinlemek isteyenler için Ağır Aksak dile geldi.

5 Ocak 2014 Pazar

esrârnâmeler


 Kabul edelim ki, çocukluk dimağımızı teslim alan büyükanne masallarının fantazyası, Harry Potter serisinin tamamını pataklar.

Bilenler bilmeyenlere söylesin; çocukluk ülkesinde hâlâ öyle. Sabahleyin sobasını temizleyen anneler küllerini yine toprağa gömüyorlar. Kapının önüne döküp açıkta bırakırsan cinler külün sıcağına çöreklenip yuva yapar maazallah! Geceleri tırnak kesmek hâlâ “günah”. Sakız çiğnemek de anlamını değiştirmedi: Geceleri çiğnenirse ölü eti çiğnenir.

Çarpmaya her an hazır cinlerle, aklımızı başımızdan almaya hazır peri kızlarıyla doludur bu ülke. Neyse ki şahadet diye bir şey icat olunmuş, kötü kalpli cinler, periler, devler, ejderhalar, öcüler, tarangogular, büyücüler, kırklara karşı iyi insan evlatları şahadet silâhını kuşanarak kötülerin yaşadığı karanlıklar ülkesinden korunabilmişlerdir!

Ayfer Kafkas’ın yazdığı, şimdilik iki kitaplık Esrarname, batı dünyasının milyonlar satan Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi fantastik eserlerine karşılık bir proje kitap olarak mı düşünülmüştü, doğrusu bilmiyorum. Öyleyse bile iyi edilmiş. Bebeklikten itibaren dahil olduğumuz iyilikler-kötülükler, bu alem-öteki alemler düşünce sistemine dair bir fantastik romanımız neden eksik olsun ki? Bunun için kitabın “Osmanlıca Harry Potter “ olarak görülmesi hoşuma gitti.

Kafkas’ın Esrarname 1. Kitabı Yasak İlmin Kitabı adını taşıyor. Yasak ilim, alşimi, nam-ı diğer simya. Bu bilim için yaygın anlam değersiz madenleri altına çevirme sanatı olarak bilinse de, modern bilimin temellerini atan bir disiplin olduğunu unutmamak lazım. Romanda söze konu olan ise altın tarafı. Yasak İlmi biraz da büyücülük olarak yordum ben okurken. Malum; büyücülük her daim yasaktır.

Kahramanımız Nagehan 18. Yüzyılda Germiyan denen memlekette paşa babasının konağında yaşayan “ tam istenildiği dolgunlukta olmasa da yay gibi karakaşlı, sürmeli gözlü, Karahisar mermeri gibi bembeyaz tenli ve inci dişli” bir kızdır. Gelinlik çağına geldiyse de bir zamanlar taşıdığı ‘çocuk kalbi’ hâlâ yerindedir. Bu kalp kötülerin düşmanı, yoksulun, çaresizin dostudur.

Nagehan’ın 400 yıl önceki atalarından İranlı büyücü Tir-i Danende Esrarname adında çok dilli bir kitap yazmıştır. Kitabı çözebilmek için bütün doğu dillerini bilmek gerekmektedir. Esrarname, çeşit çeşit tılsımların, sahibine olağanüstü güçler bahşeden muskaların tarifleriyle ölümsüzlük iksirini vaadeden kudretli bir kitaptır.

Tir-i Danende kitabını yazdıktan sonra onun bir kopyasını çıkararak döneminin en büyük mertebe sahibi kişisine, Şehinşah’a sunmak ister. Sarayın Başrahibi Esrarname’ye göz koyunca Tir-i Danende kellesinden olur. Kıymetli ölümsüzlük iksirine göz koyan biri daha vardır; kötü cin Asfar.

Kitabın aslı balmumuyla kaplı halde, büyülerle Tir-i Danende’nin bahçesine gömülüdür. Kitaba kolayca ulaşabilmek ne Asfar’ın, ne Başrahibin harcıdır, ama arzuları gem vurulamayacak kadar büyüktür. Böylece kitabın asırlara uzanan yolculuğu başlar.

Nagehan küçük bir çocukken, adını işittiği Esrarname’yi öylesine içten çağırır ki, asırlık yolculuğunda ikiye bölünmüş olan kitabın yarısı Nagehan’ın kucağına kendiliğinden gelir. Nagehan kitabı sır gibi saklar. Çözebilmek için zamanı gelince Pehlevice öğrenir.

Nagehan kitabın bir kısmını çözer ve “cazibet-ül arza” karşı gelmeyi öğrenir. O artık Germiyan sokaklarında geceleyin yol kesip haraç alanların korkulu rüyası Esved’dir. Yetişin, diye inleyen sesleri fısıltı bile olsa duyar, kara çarşafına büründüğü gibi damların üstünden uçarak eşkiyaları pataklamaya gider. Atikliği Germiyan iline nam salar. Esved’in namını duyan Asfar, Esrarname’nin izini bulmuştur artık.

Esrarname’nin peşinde olan öteki düşman Muntazar düşünüyor.

“Zamanın mizanını bozarsa Asfar tarafından kandırılamaz, öyle olunca da seyyahlık kabiliyetini alamazdı. Zamanın ve mekânın olmadığı bir yerde sıkışıp kalırdı herhalde. “Ya pusulayı hiç yazmasam ne olur?” diye sordu kendi kendine. O zaman bir anda eski sefil haline geri dönüverirdi belki. Esrarnamesi’de elinde olmayabilirdi, çünkü o mahlûk her halükârda gelip kandırabilirdi kendisini. Kendi kendine yardım edemediğinden de kabiliyet alabiliyor olmazdı ve seyyahlığı hiç bilemezdi. Ayrıca Esrarname hâlâ elinde olsa bile bir anda başına gelen her şeyi unutabilirdi. Muntazar neredeyse aklını oynatacaktı. Ne acayip bir mevzu idi şu zaman…” Sahife 185.

Yasak İlmin Kitabı 18. Yüzyıl Osmanlı panoramasında nefes kesen bir kovalamaca ve eğlencelik. Bunun yanı sıra kitabı doğu dilleri ve edebiyatı güzellemesi olarak da görüyorum. Belli ki, Selçuk Üniversitesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Ana Bilim Dalı mezunu Ayfer Kafkas okulunun hakkını vermek istemiş. Yazarın Germiyanlı, yani Kütahyalı olduğunu da not düşmekte fayda var.

Gelelim küçük kusurlarına… Keşke bazı tekerleme ve kelime oyunlarına daha az yüz verip, Ali Cengiz oyunu gibi kalıplaşmış ucuz anlatılara kapılmasaydı. Esrarname’den bölümler boyunca “kimya taşı" olarak bahsedilirken sonlara doğru bir yerde “felsefe taşı” denmeseydi. 


 Peki yazarın da hayran olduğunu söylediği, U(lu) Le Guin’in derinliğine inip, Uzun İhsan Efendi’nin yüksek hınzırlığına boyu yetişebiliyor mu? Şimdilik hayır, ama unutmayalım ki bu bir ilk kitap. Talip olduğu da onlara nazaran daha genç bir kitle ve eğlencelik arayanlar.



 Ama durun bakalım, Esrarnameler daha bitmedi. Derin mi derin bir Esrârnâme var ki, onu hep başucunuzda tutmak isteyebilirsiniz. İranlı mutasavvıf, şair, eczacı, hekim Ferîdüddîn Attar’ın Esrârnâme’si. Prof. Dr. Mehmet Kanar Türkçesiyle Ayrıntı Yayınları basmış. Ciltli sert kapağı, süslü sayfalarıyla, nefis bir sevmelik kitap. Bin küsür sene önce yazılmış, Mevlânâ'ya ilham vermiş, güzel şeyler söyleyen bu kelimelere el sürüp gönlüne basmayı kim istemez ki?











“Gözün görüyorsa, denizi gör
Âlem yoktur, âlem deniz köpüğüdür.
Hayâldir bütün âlem, düşün
Bir hayâli bundan fazla görme.
Ya divanesin ya aklın karışık
Çünkü bunca hayâl içinde uyumuşsun.
Sen nasıl bir hayâl oyuncususun?
Erişkin olmuşsun ama bir çocuk gibi çuvaldasın.
Şişede peri görmek çocuk işidir.
Hayâlsiz erişkin yüksekte, alçaktadır.
Hey! Sırlar arşının doruklarını dinle.
Efendi! Evde bir Allah’ın kulu yok.
Gördüğün her harf bir hiçtir.
Ama senin gözünde dolambaçlıdır.
Kıvrımsız bir harf varsa, eliftir.
Evet eliftir; elifte hiç nokta yoktur.
Bu işin ebcedini daha ne kadar okuyacaksın?
Elif ebced alfabesinde ilk harftir.
Elif bir hiçle başlar, “lâ” ile biter
Demek ki elif “hiç” ile “lâ” arasındadır.
Ebcedi yüz kere baştan alıp okusan
“Hiç” ile “Lâ” arasında kalırsın.
Sen diyorsun ki ben sağlam adamım.
Git işine! Rüstem’in hakkından Rahş gelir."

1.Hikaye, Üçüncü Makale. Sayfa 56




YASAK İLMİN KİTABI, ESRARNAME I, AYFER KAFKAS, Roman, Timaş Yayınları, 2011
ESRÂRNÂME, FERİDÜDDİN ATTAR, Ayrıntı Yayınları, 2012

30 Kasım 2013 Cumartesi

minare gölgesinde hakikat uykusu


“İki ay önce, eve kedi alalım dediğinde annesi anlatmıştı: Aynı pavyonda beraber çalıştıkları yıllarda bir başka arkadaşları, ben de kedilere ölüyorum, bayılıyorum falan, deyince Sultan abla, “sakın eve alma” demiş ona… “Öyle başlıyor, iki tane olsun oynarlar diyorsun… Bizim gibi insanlar için tehlikeli. Alma, sakın alma, sokakta sev” demiş.
“bizim gibi insanlar…”
“Bizim gibi insanlar” sözünü, annesi içine kendilerini de katarak naklettiğinde, o lâf ağzından çıktığı anda, Meryem’in karnında aniden beliren sancı, karnının o mu’tad sancıları. Şu anda da işte, aynı nokta aynı şekilde ağrıyor.
“…bizim gibi insanlar”ın kedilerde ne bulduğunu düşünmemeye çalışsa da olmuyor. O zehirli tohum kendi içinde de var. Anladığı kadarı nefesini daraltıyor.
Kedilerin bakışlarında, sadece “bizim gibi insanlar”ın görebildiği o girdap, onu da içine çekiyor. İçi gıcıklanıyor, aklı uyuşuyor. Daha fazlasını anlamak istemiyor Meryem, istemesi mümkün de değil zaten, anlamaya çalışırsa, düşüp bayılacak sanki.
Ancak, bir kedinin gözlerinden içeriye geçip giderse, kurtulabilecek.
O sırrın, anlaşılamazlığın koynunda uyuyup kaldığında, eriyip kaybolduğunda. Kedi gözünü yumduğunda…

Yanık yanık okunan selâ, damlara sürtünüyor, selvilere… Yokuşlardan Haliç’e doğru akıyor. Kurban kanı gibi. Ilık ılık. Her şeyin, taşların bile ölümlü olduğunu, “aman irkilmesinler” demeden, hiçbir şeyi saklamadan, apaçık, ama her şeyin, taşların bile başlarını teker teker okşaya okşaya, derin bir merhametle anlatıyor.
Meryem her şeyin öleceğini anlayacak yaşta değil. Selâ’yı sanki Sultan abla için okunuyormuş gibi dinliyor şimdi. Kendini bıraksa ağlıyacak. Sultan abla ölüymüş ama ağır ağır yürüyerek, kendi kendisini, mezarına götürüyormuş gibi geliyor ona, ürperiyor. Arkasında kedileriyle…” sayfa 264-265

Engin Ergönültaş’ın Minare Gölgesi’ni okudum. Önce senaryo olarak yazıldığını, olağan ekonomik krizlerden birine toslayınca filmleşemeyen hikâyesini bilmeyen kalmamıştır sanırım. Çıktığı zaman Engin Ergönültaş’a daha doğrusu Zalim Şevki ile Kelek Osman’a duyulan sevgi yüzünden basında epey yer almış. Ancak bu durum talihsizliğe doğru meylediyor gibi geldi bana. Senaryodan devşirme bir roman muamelesi görmesi büyük haksızlık.

Dili ve akışı oldukça ilginç . Yazar anlatısına kasten hız kasisleri koymuş. Okurun gözüne sokulan,” harap”ken “harab”; “da” iken “ta” olan sert sessizler, anlatının devam ettiği yerlerde paragrafsız satırbaşları, kimi paragraflar arasında uzun boşluklar, yer yer uzun tasvirli karmaşık cümleler … Ancak bütün bu hız düşürme çabalarına rağmen müthiş akıcı, çarpıcı.

Aslında kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimde kalbim acısa da uyuyunca geçecek bir etki zannetmiştim. Sırtıma yapışıp beni nefessiz bıraktığını günler sonra fark ettim.

Zengüle Hacı diye baharsız bir mahalle ve onun üç mevsimi anlatılıyor. Üç mevsim; kış, yaz ve ölüm.

Surların içinde öyle bir mahalle ki; “içinde hâlâ eski zamanların kimi izleri vardı. Kıvrıla kıvrıla inen dar yokuşlar, çıkmazlar, çoğu harab, yanık, yıkık ta olsa cumbalı kafesli tahta evler, türbeler, selviler, nakışlı mezar taşlarıyla küçük mezarlıklar, aynalı çeşmeler vardı. Kaybolup gitmiş o ahşap âlemin izleri vardı.
Sanki şehir, bu unutulmuş, viran mahallede geçmiş zamanların kalıntılarını biriktirmeye çabalıyordu. Bu haliyle, kendi çürümüş cesedinin üzerinden hâtıra bir parça alıp saklamaya çalışan bir ölüye benziyordu.” Sayfa 6

Zengüle’nin bir anlamı olmalı, deyip sözlükleri karıştırmıştım. Zengüle, İran mitolojisinde bir Türk kahramanın adıymış. Kahramanlarımızı tanıyalım.

Eski konsomatris, yaşlı orospu, kedili kadın Sultan abla. Boşanmış anne babası tarafından (eski devrimci Asuman ile zamane haydutu bitirim Harun ) paylaşılamayan altı yaşındaki Atilla. Konsomatris Kıymet ve on yaşındaki kızı Meryem. Annesi Ümmiye hanım’la bodrum katında yaşayan işsiz soğuk mezeci Abdülkadir. Emekli, hasta babasıyla yaşayan işsiz marangoz Sabit. Ezan vakitlerine ayarlı hayatlarıyla torun büyüten anneanneler Reşide Hanım ve Mahmure Hanım. Sigaraları birbirine ekleyerek yaşayan Atilla’nın halası Gülnur. Yoksul mahallenin aç sokak köpeği Kont.

Evet, bunlar kahramanlarımız. Yazarı her ne kadar onları kahramanlaştırmaktan kaçınsa da biz anlıyoruz onları. Ne İran mitolojisinde ne de kurgu bir eserde, aramızda yaşıyorlar.

Bulaşıkçı maaşına ahçı çalıştırmak isteyen zihniyetin işsiz kıldığı çaresizler, mezara girer gibi yerin altındaki bodrum katlarına girenler, ölüm uykusuna yatanlar, uykusuzlar, genelevde gelmeyen müşterileri bekleyenler, açlıktan karınları birbirine geçen kediler ve köpekler, umutları minare gölgesi gibi var-yoklar, kaderleriyle başa çıkamayan ötekiler.

Neden çok önemsediğimizi tam olarak çözemediğimiz bazı kült kitaplar vardır. Minare Gölgesi’nin karşı bir “Ağır Roman” olarak kurgulanıp kurgulanmadığını ciddi ciddi düşündüm. Zengüle Hacı mahallesi Kolera Sokağına, Sultan abla Tina’ya, Harun Gli Gli Salih’e, ney klarnete, ud darbukaya, hicaz makamı ağır roman havasına karşı…

Zengüle’nin bir anlamı daha var. Dinleyene uyku veren, Hicaz ailesinden basit bir makam, diyor sözlük. Sanırım Minare Gölgesi’nin gizi burada. Gücünü basitlikten alışında. Hayatı süslemiyor, kahramanlarını yüceltmiyor, yoksulluk ve sefaleti romantik unsurlarla kuşatıp masal alemlerine sürüklemiyor. Okuyanı götürdüğü yer salt, apaçık gerçek. Minare gölgesinde hakikat uykusuna dalan Abdülkadir'in gittiği yer. Oradan başka gidecek yerimiz yok zaten...

Zengüle makamından ses veriyorum: http://www.youtube.com/watch?v=xqfwTg0EacQ
Kitaptan biraz daha bir şeyler isteyenlere:

“Mahalleye kar yağıyordu.
Naylonlarla, muşambalarla, paslı tenekelerle örtülmüş viran evlerin üzerine kar yağıyordu.
Yarısı yanıp kül olmuş, kadidi çıkmış cumbalı ahşap evlerin, yanık, kara iskeletlerinin üzerine kar yağıyordu.
Kör pencerelerine gerilmiş yırtık naylonların üzerine, tavanı çökmüş odaların mahremlerinin içine kar yağıyordu.
*
Yağan karla, kara duman birbirine karışıyor. Karla duman hemhâl oluyor. İkisi elele, göçüp gitmiş bir âlemin çöplüğe dönüşmüş kalıntılarını, onunla iç içe yaşayan şimdiki zamanın fakirliğini, hepsini birden tütsüleyip kutsamaya çabalıyorlardı.
*
Tevekkülle eğilmiş derviş başları gibi sağa sola yatmış mezar taşlarının uçlarındaki serpuşlar, karla kaplanıp, bembeyaz, gerçek kavuklara, sarıklara dönüşüyor.” Sayfa 7-8

“ Kont yerinden kalkmadan kımıldanıp mukavva parçasını tam karnının altına ortaladı. Böyle biraz daha iyiydi. Bütün bir sokağın ruhunu, rengini değiştirmeye yetecek kadar hüzün barındıran ıslak gözlerini yumdu.” Sayfa 32

“Atilla sabırsızlanıyor. Gözü pencerede, her şeyi yutan tipide ama kulağı, anneannesinin oturup kalkarken ihtiyar kemiklerinden, dizlerinden çıkan çıtırtıları, içinden okuduğunu sandığı duaların fısıltılarını, duvardaki saatin tiktaklarını dinliyor. Atilla ikide bir kafasını arkaya çevirip çevirip anneannesine bakıyor.
Tipi bütün şiddetiyle devam ediyor.
Harab ahşap ev, kimileri düştü düşecek sallanan çürümüş kaplamalarıyla, can çekişen bir canlı gibi, tipinin zaman zaman artan şiddetine çeşit çeşit iniltilerle karşılık veriyor.” Sayfa 79

7 Mayıs 2013 Salı

"hiç acımayacak!"

SİM, BB

 Üzüm “ben de geleceğim,” diye tutturdu. Evin büyüyen, dediğim dedik kedisi de 'mucize'dir. Sen sokağa bile çıkmazsın ama, desem de nafile. Patilerinin izi duruyormuş daha kitaplarında, BB: Hiç Acımayacak Şöleni'ne nasıl gitmesinmiş!

O da nedir diyenler? Barış Bıçakçı cümle sosyal alemlerde BB diye anılır. Hiç Acımayacak Şöleni hikâyesine gelecek olursak...

Facebook Okunası Kitaplar grubu Mart ayında BB Haftalarının başladığını ilân etmişti. Okumadığım öyküleri vardı, merak ediyordum. Okuduğum romanlarının münhasır tadı damağımda kalmıştı. Defalarca okunmayı hakediyorlardı, fakat hiçbiri evde yoktu. Aldı mı beni tatlı bir telâş? Siparişler verildi, bulunamayanlar bulduruldu...

Kitaplarla ilişkim Sinek Isırıklarının Müellifi Cemil gibidir. “... öyle kitaplar vardı ki, kendini bu kitaplara kaptırıyor, içini müthiş bir eşitlik duygusu kaplıyordu. Sadece bir sevinç duyuyordu. Her şeyi sadeleştiren bir sevinç. Bu ışık. Bu kağıt. Bu çay. Zeytin, soğan, ekmek. Kuru üzüm ile leblebi. Küçük bir tahta masa. Su şişesi. İki sandalye. Bir Faulkner.” (s.134)

Öte yandan aynı zamanda Cemil'in karısı Nazlı gibi 'haftanın günlerine iman ederek ömür tüketenlerdenim'. Böylelikle günlerce çantamda 'hemen eve dönme isteği' uyandıran kitaplarla işe gidip koşarcasına eve döndüm.

İşte o günlerden birinde pat diye kırmızı pullu bir etkinlik davetiyesi düştü facebook bildirimlerine. Hih!Kirpi diye biri benimle beraber bütün Okunası Kitaplar, Okur İnisiyatifi, Hem Okudum Hemi de Yazdım üyeleriyle Ekşi Sözlük yazarlarını, Blogistan tayfasını ve Twitter ahalisinden meraklısını BB: Hiç Acımayacak Şöleni'ne davet ediyordu.

“Katılacağım” diyen BB fanlarının listesi “Yansımalı Ankara Treni “gibi artı sonsuza uzadı. Etkinlik sayfasında en uygun yer için epeyce mekân tartışması yapıldı. BB'nın kitaplarında geçen ve Ankara'yla özdeşleşmiş ne kadar park, bahçe, cadde, sokak varsa birer birer dillendirildi. Eski havagazı fabrikası diyenler, köpekleri Kuzu'nun utanarak kakasını yaptığı lisenin bahçesini teklif edenler dahi oldu. Palamutbükü'ne doğru yola çıkalım, belki Nazlı gelip bize “Yeşil Ayna” türküsünü söyler diyenler vardı. 

Ah bu okuyucular! En olmayacak şeyi isterler hep. Tek bir şey hariç Cemil'e hayatı bir şölen olarak hissettiren ne varsa; roman, film, şarkı, şiir, öykü, resim... hepsini bir yolunu bulup okuyup, izleyip, dinleyebilirler oysa. Nazlı romandan çıkıp gelerek “Yeşil Ayna” türküsünü nasıl söylesin ki size?

Eksiklik konusuna bağladılar bu isteği. Şölen konusunda ne yapsak yarım olacak, diyorlardı. Ne diyordu Cemil: “Kitaplar bir bakıma başarılmış tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur.” (s.10)

BB'nın romanları ve öyküleri etkinliğin duvarında günlerce didik didik edildi. Şu bir gerçek ki, hemen herkes Sinek Isırıklarının Müellifi'nden bahsetmeyi daha çok seviyor. O incecik romandaki konuşulacak malzeme ve tiril tiril ironi elbiseli üslup inanılmaz... Öte yandan içeriğinin öylesine konsantre bir kurgu ve anlam yapısı var ki, üstüne ne söyleseniz hafif kalıyor.

Ben yine de -Üzüm bile cüretkâr davrandığına göre- herşeye rağmen bu kitapta öne çıkan ancak pek üstünde durulmamış birkaç konudan bahsetmeyi göze alacağım.

İhtiyarlık...

BB fanlarının hemen hepsinin Hitit Kralı 1. Hattuşili'nin torunları olduklarını varsayabiliriz. Bu nedenle büyük büyük büyük dedelerinin “sağlığına dikkat etmesini, büyüklerinin sözünden çıkmamasını” salık veren, “ içine yaşlılık çöktüğünde, kendini içkiye ver ve büyüklerinin sözlerini bir kenara bırak” (s.76) diyen öğüdünü tutacaklarından eminim.

BB'nın ihtiyarlıkla bir zoru olduğu çok açık. İhtiyarlar romanlarında kurgunun içinde fazladan güzelleşiyorlar belki, ama öykülerinde hayatın içindeki en gerçek hallerine neredeyse pertavsızla yakından bakıyor, fazladan seviyoruz. Bu açıdan Baharda Yine Geliriz'deki Demetevler İkilisi, İki Kişi Ölümden Korkuyoruz, Büyükbaba ve Eve Dönerken adlı öykülerinin yeri apayrıdır.

Selam, Saygı...

Hemen hemen bütün kitaplarında sevdiği şair ve yazarlara selâm veriyor, saygılarını sunuyor.  Bilhassa SIM' de bu durum oldukça belirgin. 'Hayatı bir şölen olarak hissettiren' eserler bir yana, toplu konutların yapılışını anlattığı bölümün Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları diliyle yazılması kuşkusuz yazara saygıdan çok daha fazlasını içeriyor. Gecekondulardan toplu konutlara, toplu konutlardan lüks konutlara geçişin evrim özeti...


"İşçilerin konuşmaları malzeme taşıyan kamyonların, temel kazan kepçelerin, çimento karma makinelerinin gürültüsünden duyulmaz oldu. Büyük vinç kuleleri kuruldu. Tünel kalıplara çimento döküldü. Subasmanların üzerine katlar çıkıldı. İskeleler, makara düzenekleri kuruldu. İşçiler kapısız penceresiz binaların kuytularında çay demlediler. Çay bardaklarını güneşe doğru kaldırıp çayın demine baktılar. Birbirlerine iyi çay demleyen adamların hikâyelerini anlattılar. Sonra konuşmalar yine duyulmaz oldu.” (s.20) 

Sonra yeni yapılan etaplarda travestiler yaşamaya başladı, geceleri yollarda müşteri arıyorlardı. Toplu konut halkı travestilere döner bıçaklarıyla, beysbol sopalarıyla saldırdı; onları öldüresiye dövdüler ve kovdular. Polisler her şeyi sadece seyretti. Kurbağalar, kirpiler, güvercinler, kötü kokan işçiler ve travestiler gidince toplu konut bölgesinde daha lüks konutların, iş ve alışeriş merkezlerinin inşaatı hızlandı.” (s.137)

Şiir...

BB'nın şairliği sır değil elbette, dem vurmak istediğim romanlarını da şiir gibi yazması. Kapalı şiirin göbeğinde dolaşanları saymazsak II. Yeni şairlerinin şiirde yaptıklarını yapıyor diyebiliriz. Tek bir farkla; onlar gibi gerçeküstücü değil. Hatta gerçeğin ta kendisini gerçeküstü gibi kullanıyor. 

Sinek Isırıklarının Müellifi'nde düzyazı görünüp düpedüz şiir olanlardan bazıları...

Cemil'in toplu konut parolasını ("Banyonuz akıtıyor!")söylemek için çıktığı üst katta yazılan şiir.

“sonra apartmanın sessizliğini dinledi
on numaranın sessizliği
dokuz numaranın sessizliği
en aşağıda posta kutularının
göz göz uğuldayan sessizliği...”
(s.90)

(Cemil'in çaldığı kapı açılmayınca başbakan epeyce bir süre klozetten sızanlara maruz kaldığı için bu bölüm bilhassa çok sevilir. Hem bu ne zarafet değil mi? İnce ince narin edebiyat, kaba saba haşin politikayı bir sifon darbesiyle ait olduğu çukura gönderir.)

Yaz gelince insanların balkonlara yayılmasının şiiri.

İnsanlar sustuğunda,
yaz göğü bütün sırlarını
dökmeye başlıyor,
gündüzleri mızrak mızrak,
geceleri yıldız yıldız.” (s.122)
Yaz sıcağı devam ediyor şiiri.
"Açık pencereler çarpmasın diye
pervazlara konan yastıklar dışarı sarkıyor:
Binalar insanlara dil çıkarıyor.”(s.125)

Cemil'in şair, yazar olma isteğinin ikinci nedeni şiiri.

"Uzun sırıkların üzerinde
koşarak geçiyorum insanların,
dünyanın dertlerinin arasından,
yazarmış, soytarıymış fark etmez”
(s.74)

Günlük Hayat  

Hih!Kirpi ortaya çıktığında bizi güzelce paylamıştı. “Sanki BB kahramanları hep “çilek reçeli” yapımı tadında yaşarlarmış gibi sadece güzel şeylerden bahsediyorsunuz,” diyerek.

Oysa biliyoruz ki hepsi "Hiç Acımayacak!” denilip kafa kol girilen gündelik yaşam savaşının gazileridir. “Hiç acımayacak!” deyip sünnet etmekle başlarlar ilkin. Okuldu, askerlikti, işti derken irili ufaklı parçalar kopmaya başlar insandan. Yıllar sonra bir bakmışsınız ki okullarda sıralara yasladığınız, iş görüşmelerinde nereye nasıl koyacağınızı bilemediğiniz kollarınız çoktan kopmuş gitmiş sizden. İnsanoğlunun 'kollarını çırptıkça uçamamasının' bir nedeni de budur kanımca.

Mutlak Zıtlık

Günlük hayattan bahsedilirken profil resmini cezaevi minibüsü yapmış biri tüm yorumların altına birer nokta koydu. Demek istediği şey, devletle her an her yerde karşılaşırsınız; üniversitelerde, Kızılay'da, Taksim çukurunda ya da geceleyin yürüyüşe çıktığınızda; yanınızdan bir cezaevi minibüsü geçer ve:

“Yıllardır bildiğiniz bir acı başlar. “Gazetedeki fotoğraflar, televizyondaki görüntüler ve sesler bir bıçak biçimini alarak, çelik parıltısı yayarak sol omuzlarına saplandı. Cezaevi minibüsü durdu. Arka kapısı açıldı. Dışarı, saçları, yüzleri yanmış kadınlar çıktı. Ağızları maruz kaldıkları vahşetin şaşkınlığıyla çarpılmıştı. Gözleri kapkaraydı. Merheme bulanmış, örtülere sarınmış, yarı çıplak, toplu konut binalarına doğru koşmaya başladılar. Bağırıyorlardı. Haber vermek için: DEVLET KATİLDİR! DEVLET CANİDİR!DEVLET ZENGİNLERİNDİR!”(s.122)

Hih!Kirpi “nokta konuldu, şölen bitmiştir,” deyip yanı başımdaki BB kitaplarının kapağına kurulmadan önce bana dedi ki; bu yazarın en çok nesini sevdin?

'Tabiatın hayat ve ölüme eşit mesafede' oluşu gibi BB Edebiyatının hayat ve ölüme eşit bir mesafede oluşunu, dedim. Barış Bıçakçı 'insanın ve devletin mutlak zıtlığını' görüp hissettirirken, mutfaktaki ıslatılmış nohutun çatlama sesini de duyup duyuruyor.



21 Ağustos 2012 Salı

boyalı kuş


30 küsür yıl sonra mezun olduğum ilkokulun kapısındaydım. insan aklını ve kalbini nereye koyacağını bilemiyor.

fikir kardeşim bilgin'den çıktı. abla, dedi. hani sizin okulun bahçesine diktiğiniz çamlar vardı ya, seninki galiba kesilmemiş duruyor.

okulun önünde dikiliyorum ama sıralarında oturduğum, bahçesinde toz toprak koşturduğum yapıyı bir türlü gözümün önüne getiremiyorum.

bina, bina, bina... bir sürü binaya bakarken, artık koca birer ağaç olmuş çamlara dalıp gitmişken görüntüler de birer birer çıkıp geliyorlar.

yola paralel dikdörtgen bina, alabildiğine büyük bahçe, bahçenin en sonundaki tarım uygulama bahçesi. dördüncü sınıftayken bahçenin hem sağ, hem de sol tarafına uygulama bahçesine kadar diktiğimiz çam fidanları.

diplomamı alırken o sene birinci sınıfa başlayan kardeşlerime emanet etmiştim benim çamın bakımını.

ilk uygulama bahçesi talan edilmişti. oraya kız meslek lisesi yapıldı.

şimdi ise üç bina daha var o bahçede. ilk bina, kömürlük merdivenlerine akasyalardan pervaneler uçurduğum o güzel okul yıkılıp gideli çok olmuş. devlet politikası en az üç çocuk olunca bizim okul da iki bina daha doğurmuş :)

çamlar... benimki hangisiydi, hatırlayamadık. altıncı mı yedinci mi.. kesilmekten kurtulan yedi sekiz ağaç. büyüyüp bugünlere erişmiş.

bu mavi boyalı kapı da yoktu tabii... biz alçak duvarlar üstünden hayata bakardık. şimdi hapishane gibi yükseliyor bahçe dedikleri bir avuç nefes alma yerini kafesleyen duvarlar. iki boyalı kuş sevimli kılar mı cezaevlerini?

12 Ağustos 2012 Pazar

nanik

gündüz vakti hava karardı. çocuk seslerinin kesilmesine "hayırdır" çekerek pencerenin önüne dikildim. (hayırdır, çekiyorsam var bir nedeni:tık!) rüzgâr dört koldan saldırıyor, yağmur indi inecek.

"hehehehe, veletler nasıl da kayboldular ama" diye gülerken lafım ağzımda kaldı;beş altı çocuk, en küçüğü dört yaşlarında olsa gerek, ellerinde açılmış koli kartonlarıyla kamelyaya gelip itişmeye, kikirdemeye başladılar. (heyhat! ben kimim ki çocuklarla aşık atabileyim?)

coşan rüzgâra şık bir nanik;kartonlarını kalkan yaptılar. şimşekler çaktı. gökgürültüsüyle toz bulutları gibi yağmur savrulmaya başladı. çocuklar kartonlarının altına büzüldüler. öyle çok gürledi ki gök, sörfçülerin dalgaları gibi öyle kabardı ki yağmur, çocuklar bağrışmaya başladılar. hatta bir ara bir tanesi -ihtimal en küçükleri-ağladı.

rüzgâr elinden geleni ardına komadı. üst katların balkonlarındaki çiçek saksılarını, tabaklarını, daha dün benimle dalga geçen saksağanı önüne katıp parktaki kaydırağa çarptı attı.

yarim ortalık şimşeklerle ışıklanıp, gökgürültüsüyle kararırken pencereye yapışmış halime kızdı; ben de onun evhamına... pencere önünde yağmuru seyreden beni mi bulacaktı sanki yıldırım? başını gösterdi, parmaklarıyla saydırmaya başladı; beş, on, onbeş... evet, dedim, aklım onbeş yaşında!

koltuğu pencere önüne çekip az geriden gözümü diktim parka, kamelyaya, tipi gibi yağan yağmura. çocuklar donlarına kadar ıslandılar, giderek hamurlaşan eriyik kartonlara ihtiyaçları kalmadı sonunda.

bir tanesi olan oldu artık diye mi, yağmura inat mı bilinmez kaydırağa çıktı, keyifle saldı kendini aşağıya. iç ses "afferin, yağmura şık bir nanik, sevdim seni çocuk."

sonra sonra aralandı gökyüzü. meğer hayatın da bugün nanik yapası varmış. her akşam ışıklarına bakarak avunduğum taaa karşıdaki evlerden biri alevler içindeydi. beni bulmaz dediğim yıldırım gitti, hayatlarına bir ışık olarak baktığım damı buldu.

siren sesleri arasında çocuklar evlerine, ben kedere... karşılıklı dağıldık.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

yalnızlık salıncağı

yalnız sandallar, içine mektup yazılıp denize fırlatılmış şişeler gibidir.

"bu mesajı bulan beni arasın" der gibi. bulan da "aldım kabul ettim" der ve o da fırlatır denize.

yalnızlık dediğin bizden sandala, sandaldan denize, denizden bize... salınır durur.